Mark Twain’in düşündürücü bir lafı var. “İsteklerinizi,
hayallerinizi küçümseyen kişilerden mümkün mertebe uzak durun!” “Ruhu
küçük insanlar başkalarını da daraltmak, azaltmak ister” diye devam eder söze dünyaca ünlü romancı.
Küçümserler her şeyi ve her emeği.
Her kelimeleri ağılı.
Ruhu engin insanlar ise kendiliğinden destek verir
etraflarındakilere. Sadece yakınlarını ya da kendi dostlarını,
akrabalarını değil, birilerini kayırmak anlamında değil, bizatihi
yaratıcılığı teşvik ederler; her nerede görürlerse görsünler.
O yüzden kimlerle arkadaşlık ettiğimiz, vakit geçirdiğimiz ve kimlerin
lafını/eleştirisini ciddiye aldığımız hususunda seçici olmak en iyisi,
şayet akıl ve ruh sağlığımızı muhafaza edebilmek istiyorsak.
Mark Twain bizim memlekette yaşasaydı çok daha keskin bir üslupla zikrederdi herhalde tüm bunları.
Halbuki bizler ekseriya unutuveriyoruz bu kadim kuralı. “Başkaları ne der, aman elâlem laf eder”
kaygısı camdan bir duvar gibi dikiliyor önümüzde. Çöküyor olanca
ağırlığıyla üzerimize. Küçümsenme, beğenilmeme, en nihayetinde
anlaşılmama korkusu o kadar ağır basıyor ki ayaklarımız geri geri
gidiyor her işte. Hayallerimizi, uçuk kaçık emellerimizi naftalinleyip
kaldırıyoruz zihnimizin dolaplarına. Orada çürüyorlar usulca. Gün ışığı
görmeden senebesene.
Nice sonra açıp bakıyoruz ki güve yemiş planlarımızı. Biz yaşlanırken
onlar da bir kenarda kuruyuvermiş. Hayatın görünmez güveleri var, yer
bitirirler insanın özgüvenini.
Amerika’da ders verdiğim yıllardı. Arizona’da sakin bir öğleden sonra. Sınıfta 20 civarında öğrenci. Çoğunluğu
kadın. Onlar sırayla konuşuyor, ben not alıyorum. Öğrenciler ateşli,
heyecanla söze karışıyor, hatta bazen sabırsızlıktan birbirlerinin
sözünü kesiyorlar. Tartışma konumuz “Kültürel farklılıklar mı daha
önemli günümüzde yoksa evrensel değerler mi?” Dikkatimi çeken bir nokta
var: Öğrencilerin önemli bir kısmı önceki hafta verdiğim okumaları
tamamlamadan gelmiş, belli ki tembellik etmiş. 50 küsur sayfa vardı
okunacak. Şöyle bir bakmışlar en fazla. Ama her birinin bir kanaati var.
Hem kanaati, hem de özgüveni.
Bundan çok değil iki sene evvel, benzer bir sahne hatırlıyorum.
İstanbul’da bir özel üniversitede. Konu da benzer. Ama ortam farklı. Bu
sefer öğrenciler okumaları yaparak gelmişler sınıfa, verdiğim metinlerin
çoğuna vâkıflar. Ne var ki iş tartışmaya gelince hep aynı kişiler söz
alıyor, hep aynı erkek öğrenciler fikir beyan ederken diğerleri sadece
dinliyor. Bilhassa kız öğrencileri konuşturmak ne kadar zor. Dersten
sonra bir kız öğrenci yaklaşıyor yanıma. Akıllı, bilgili biri. Konuyla
ilgili düşüncelerini açıyor bana. “İyi ama neden derste söylemedin
bunları?” diyorum.
“Paylaşsaydın ya arkadaşlarınla.” Gülümsüyor, mahcup. Omuz silkiyor. Takılır aklıma, nedir özgüvenimizi örseleyen?
19 yaşında Amerikalı bir kız öğrenci, hocanın salık verdiği okumaların
belki de hiçbirini yapmadığı halde rahatlıkla sınıfta söz alıp
tartışırken, yaşıtı ve hemcinsi bir Türk öğrenci, üstelik konuyu gayet
iyi bildiği halde neden susar, neden dinlemeyi tercih eder?
Kız çocuklar erkek çocuklardan daha çabuk olgunlaşıyor, daha çabuk
büyüyor. Yani bir anlamda hayata daha önde başlıyor. Sonra… Toplum,
eğitim, aile, adım adım azaltıyoruz kendilerine olan güvenlerini. Öyle
ki buluğ çağına vardıklarında o eski yaratıcılıklarından,
girişkenliklerinden eser kalmamış oluyor çoğu zaman. Geri çekiliyorlar.
Lise, üniversite aşamasına geldiklerinde büsbütün isteksizleşiyorlar
kamusal alanda konuşmak konusunda. “Başkaları beğenmez” kaygısı değil mi
bizi bu kadar ürkekleştiren? Neden hep dinlemeyi tercih ediyoruz, bir
fikrimiz olduğu halde, birçok fikrimiz olduğu halde? Dışarıda dinleyici,
kendi evlerinde konuşkan kadınlar…
Elif Şafak
Kaynak: http://guzelyazilar.wordpress.com/